21 Aralık 2008 Pazar

Düşüş Motifi

Yukarıda belirttiğimiz gibi gnostik düşüncedeki düşüş teorisi, gnostisizmin kutsal tarih anlayışında ışıkla karanlığın aktif mücadele döneminin oluşumunu açıklayan ve dolayısıyla birçok gnostik bakış açısının temel taşını oluşturan bir doktrindir. Gnostik mitolojide önemli bir yere sahip olan düşüş, temel olarak ışık aleminin dışına çıkmayı ifade eder. Mitolojik anlatım içerisinde bu düşüş ya da ışık aleminin dışına çıkma, günah veya hata nedeniyle atılma, ışık aleminden dışlanma ve belirli bir gayeyle kasıtlı olarak gönderilme şeklinde olabilir.

Gnostisizmde ışık aleminden düşüş motifiyle ilişkili olarak üç temel kategori göze çarpar. Bunlardan birincisi bazı ışık ruhları ya da varlıklarının hata ve günahları nedeniyle yüce tanrıdan ve bu alemden uzaklaştırılmaları veya atılmaları modeline dayalı düşüş anlayışıdır. İkincisi ışıkla karanlığın aktif mücadele döneminde, karanlığın bu ezeli savaşta alt edilebilmesi ve onun sinsi planlarının boşa çıkarılması için ruhun (insan ruhunun) süflî aleme gönderilmesi modelidir. Üçüncüsü ise çeşitli dönemlerde çeşitli amaçlarla bazı ilahi elçilerin karanlık alemine gönderilmeleri tasavvurudur.

Bazı nüans farklarıyla düşüşle ilgili bu düşünce kalıplarının her üçüne de bütün gnostik geleneklerde rastlanır. Düşüş motifiyle ilgili yukarıda belirttiğimiz ilk model, bazı anlayışlara göre kötülüğün müşahhas hale gelmesini, bazılarına göre ise yapısı gereği durgun ve pasif konumda olan kötülüğün aktivite kazanmasını başlatan bir olay olarak algılanır. Sabiilik ve Maniheizm gibi İran tipi düalizmin daha açık sergilendiği gnostik akımlara nazaran bazı Yahudi ve Hıristiyan gnostik akımları daha monist bir yaklaşım sergilerler ve başlangıçtan itibaren var olan yüce tanrının yanında karanlık veya kötülük prensibinin sonralığını vurgularlar.[5] Ancak bununla birlikte --Şem’in Açıklaması’nda vurgulandığı gibi[6]- ışıkla karanlık birbirini tamamlayan ve birinin varlığı diğerine bağlı olan iki prensiptir.

Yahudi ve Hıristiyan gnostik düşüncesine göre düşüşün startı, ezeli yüce tanrının kendini düşünmeye başlamasıyla verilir. Her şeyden önce var olan yüce tanrının kendini düşünmesi eylemi, onun düşüncesinin şahıslaşmasına neden olur ve böylelikle yüce varlığın ilk tezahürü olan suret oluşmuş olur. Yüce varlığın bu ilk tezahürü hayat ve ışık prensiplerine sahip olma açısından yüce tanrıya benzer. Gnostik literatürde, oluşan bu surete çeşitli adlar verilir. Başta Valentinian ekolüne ait gnostik metinler olmak üzere birçok dokümanda buna -Yahudi “hikmet” anlayışı doğrultusunda- Sophia (hikmet), Pistis-Sophia (iman-hikmet) veya Achamoth (hikmet) adı verilir.[7] Kilise babası Iraneaus’u izleyerek bazı modern araştırıcıların Barbelo-gnostikler adını verdiği gnostik gruba ait metinlerde ise yüce tanrının ilk tezahürü için, Sophia’nın bir başka ifadesi olan Barbelo ve Protennoia (Ennoia, Pronoia) isimleri kullanılır.[8] Simonian gnostisizminde ise Sophia yerine Helen ismi kullanılır.[9] Son olarak bazı metinlerde ise buna Ruh adı verilir.[10] Yüce varlığın kendisini düşünmesi Sophia’nın oluşumuyla durmaz; düşünme eyleminin devam etmesi sonucunda diğer ışık varlıkları, aeonlar tezahür eder.

Tanrıdan tezahür eden bu ilk ilahi varlık (Sophia) -bütün gnostik geleneklere göre- dişi bir figürdür. Sophia, farkında olmadan kendisini oluşturan yüce varlığa karşı gitgide ilgisizleşmeye ve onu unutmaya başlar; zira bu dişi figür yalnızlıktan sıkılmakta ve kendisine bir eş aramaktadır. İşte onun bu hareketi, kendisinin gittikçe yüce tanrıdan ve ilahi alemden uzaklaşmasına ve ışık alemiyle karanlık alemi arasında bir ara alem oluşturmasına yol açar. Gnostik düşünceye göre, yüce tanrıyı veya ilahi öğretiyi unutma ve buna karşı ilgisizlik şeklinde de olsa hata ve günah, kişinin kirlenmesine ve ilahi alemden uzaklaşmasına yol açar. Kirlenen kişinin ise bu kirlerden temizlenmeden ışık alemine dönmesi veya orada yer alması söz konusu olamaz. Bu nedenle kişinin, kurtuluş için gerekli şartları yerine getirene ve günahlarından temizlenene kadar ilahi alemin dışında kalması kaçınılmazdır. Dolayısıyla tanrının ilk tezahürü olan Sophia da hatası nedeniyle ilahi alemin dışına itilir.

Yalnızlıktan sıkılan Sophia’nın hatası onu, ezeli-ebedi ışık olan tanrının yerine gölgesel kaotik bir yapıya sahip olan karanlığa yönelmeye iter. Sophia ya da tanrının ilk tezahürünün karanlıkla ilişkisi gnostik dokümanlarda çeşitli şekillerde ele alınır. Bazı metinler onun bir eş bulabilmek umuduyla dipsiz kara sulardan ve sınırsız karanlıklardan ibaret olan aşağıdaki karanlık alemine baktığını ve bu hareketi sonucu karanlıkta suretinin yansıdığını vurgularlar.[11] Öte yandan Şem’in Açıklaması gibi metinler ise, cehalet içerisinde bulunan ve kendinden daha yüce kimse bulunmadığını sanan karanlık aleminin kımıldamaya başladığını, onun kımıldayışı esnasında çıkardığı sesten irkilen Ruh’un (Sophia’nın) ise aşağıdaki kara sularla kaplı olan bu aleme baktığını belirtir.[12] Dolayısıyla burada tanrının ilk tezahürü olan varlığın istemeyerek karanlıkla ilişki kurmuş olduğu ifade edilir.

Sophia’nın yüce tanrıdan uzaklaşması ve karanlıkla irtibat kurması, bazı metinlere göre sadece gölgesel bir varlığa sahip olan karanlığın şahıslaşmasına, müşahhas hale gelmesine neden olur. Gnostik Valentinian ekolüne ait Gerçeklik İncili gibi gnostik dokümanlar ise sembolik bir anlatımla kötülüğün ve maddenin oluşumunu yüce tanrıdan uzaklaşmaya bağlarlar. Gerçeklik İncili’ne göre, yüce varlığı (Baba tanrıyı) unutmak, cehalet ve bilmezlik, terör ve kaosa yol açmış ve bu terör ve kaos öyle büyümüştür ki bir sis tabakası haline gelmiştir. Bunun üzerine hata güçlenmiş ve maddenin var oluşu gerçekleşmiştir. Yine bu gnostik metne göre, yüce varlığın tekrar bilinmesiyle terör ve kaos yok olacaktır.[13] Valentinian ekolüne ait bu metinde, sembolik anlatım içerisinde “unutma, cehalet ve bilmezliğin” Sophia’yı, “hatanın” ise demiurgu kastettiği açıktır. Görüldüğü gibi burada, karanlığın veya kötülüğün var olmasının, kişileşmesinin veya müşahhas hale gelmesinin yüce varlığı unutmadan ve ondan uzaklaşmadan kaynaklandığı vurgulanmaktadır. Arkonların Tabiatı’nda ise düşmüş varlık Sophia’nın kendisi için bir alem oluşturmak istediği ifade edilir ve bunun sonucunda gelişen olayların maddenin varlığını sağladığı belirtilir.

“Pistis diye adlandırılan Sophia, eşi olmaksızın bir iş oluşturmak istedi ve onun işi ilahi alemin bir sureti oldu. Öyle ki semavi ve aşağı alemler arasında bir perde vardır (var oldu). Ve perdenin altında bir gölge oluştu. Bu gölge madde haline geldi.”[14]

Gnostik düşünceye göre Sophia, düşüşün ilk safhasını oluşturur. Ancak onun düşüşü diğer aeonların düşüşüne örnek teşkil eder ve bir dizi ilahi varlık hataları sonucu ilahi alemden atılmış olur. Öte yandan bizzat Sophia’nın karanlığa bakmak suretiyle, ışığın dışındaki bu alemle temas kurması, daha başka sorunlara yol açar. Bu sorunların ilki ve en önemlisi Sophia’nın suretinin karanlıkta yansımasıyla -ileride ele alacağımız- demiurgun oluşumudur.

Işık ve karanlığın, ışık tanrısı ve karanlık tanrısının ezelden beri varlığını kabul eden ve bu iki prensibin yanyana varlığının zorunlu olduğunu vurgulayan Sâbiî gnostisizminde de hataları nedeniyle yüce tanrıdan uzaklaşan ve karanlıkla ilişki kuran düşmüş ışık varlıklarından bahsedilir. Bu düşmüş varlıkların başında Ruha gelir. Ruha, baştan sona Sâbiî literatüründe kötülenen, hatta adeta kötülükle özdeşleştirilen bir varlıktır.[15] Bununla birlikte Ruha’nın, Yahudi ve Hıristiyan gnostik akımlarına ait metinlerde yer alan Sophia’nın Sâbiîlikteki karşılığı olduğu açıktır.[16] Nitekim bazı Sâbiî metinlerinde onun asıl vatanının ışık alemi olduğunu ve hatası nedeniyle ilahi alemden atıldığını ima eden ifadeler mevcuttur.[17] Bundan başka Sophia ile Ruha’nın çeşitli karakteristik özellikleri de (her ikisinin de pasif konumda olan karanlık prensibini harekete geçiren olması ve yine her ikisinin de demiurgun -veya Sâbiîlikte olduğu gibi kötülük tanrısının- annesi olduğunun belirtilmesi gibi) bu iki figürün gnostik düşüncede birbirine özdeş olduğunu ortaya koymaktadır.

Sâbiîlikte Ruha’dan başka diğer düşmüş ışık varlıkları da söz konusudur. Sâbiî literatüründe İkinci Hayat, Üçüncü Hayat ve Dördüncü Hayat olarak da nitelenen Yuşamin, Abatur ve Ptahil, Ruha’nın dışında ilahi alemden düşüşün üç safhasını oluştururlar. Sâbiî literatüründe Ruha’nın düşüşünün zamanı ve şekliyle ilgili açık bir ifadeye rastlanılmazken diğer üç ışık varlığının düşüşü bu literatürde geniş şekilde ele alınır. Her şey ezelden beri birbirinden ayrı mekanlarda yaşayan ışık ve karanlık alemlerinden ışık alemine ait bazı varlıkların yüce tanrının iradesi dışında karanlığı merak etmeleriyle başlar. Bu varlıkların karanlığı merak edip onu öğrenme arzusuna kapılmaları ışık aleminden sırayla tecrit edilmelerine neden olur. Işık aleminden tecrit edilen varlıklar ise ilahi alem dışında kendilerine ait bir mekan oluştururlar. Öncelikle karanlığı merakından dolayı Yuşamin, ışık aleminden uzaklaşır ve ışık aleminin karanlıkla olan sınırlarında kendisine bir dünya (şkina) kurar. Sonra Yuşamin’in dünyasındaki varlıklar (muhtemelen Yuşamin’in tezahürleri) karanlığı merak eder ve ona bakarlar. Bunun üzerine Muhtemelen karanlık alemini oluşturan kara suyun etkisiyle onların sureti yansır ve bu yansıma bir başka düşmüş varlık şeklinde müşahhaslaşır. Bu düşmüş varlık Üçüncü Hayat ve Abatur isimleriyle de isimlendirilen Bhaq Ziva’dır.

“İkinci Hayat’ın oğulları kalktılar,

gittiler ve karanlık ülkesine indiler.

...

Onlar akarsuya geldiler.

Karanlık alemini gördüler ve (oraya) baktılar.

Bhaq Ziva kendiliğinden parladı.”[18]

Sâbiî düşüncesine göre Abatur da ışık aleminin sınırlarında kendine ait bir dünya (şkina) kurar. Sâbiîlikte Abatur’un dünyası süfli alemle ışık alemi arasındaki bir sınır olarak görülür ve maddi alemden ayrılarak ışık alemine doğru yükselen ruhların ışık aleminin sınırlarındaki bu dünyada Abatur’un terazisinde -günah ve sevapları yönünden- tartılacaklarına inanılır.[19] Ancak o da karanlığa ilgiyi sürdürür ve kendi aleminin perdelerini aralayarak karanlık alemine bakar. Karanlığa bu son bakış onun suretinin kara sularda yansımasına neden olur ve bu suret bizzat karanlık alemi içerisinde düşmüş bir varlık şeklinde şahıslaşır. Bu varlık Sâbiî gnostisizmindeki demiurg Ptahil ya da Dördüncü Hayattır.

Hemen hemen bütün gnostik sistemlerde yüce ışık tanrısının kendisini düşünmesiyle oluşan ilk tezahürünün ya da bir diğer ifadeyle tanrının düşüncesinin (aklının) kişileştirilmiş halinin dişi bir figür olarak düşünülmesi dikkat çekicidir. Örneğin Yahudi ve Hıristiyan gnostik ekollerince kabul edilen Sophia, Pistis-Sophia, Barbelo, Protennoia ve Helen, tanrının ilk tezahürü olan dişi birer figürdürler. Aynı şekilde Sâbiîlikte Yuşamin, Abatur ve Ptahil’den önce düşmüş varlık olarak kabul edilen Ruha, dişi bir figürdür. Yine Maniheizmde karanlığın ışık alemine tecavüzde bulunması üzerine, karşı harekete geçen yüce tanrıdan ilk tezahür eden varlık, Yahudi-Hıristiyan gnostisizmindeki dişi figür Sophia’ya tekabül eden Hikmet’tir ve Hikmet’ten de Hayatın Anası adı verilen bir diğer dişi figür zuhur eder.[20] Son olarak Ephraem Syrus (306-373) ve Theodore bar Konai (8. yy sonu) gibi Hıristiyan heresiolog yazarların bahsettiği gnostik akım Quqilik de yüce tanrıdan önce Hayatın Anası’nın tezahür ettiğini ileri sürer.[21]

Maniheizmde olduğu gibi bazı istisnalar dışında, gnostiklere göre tanrının ilk tezahürü olan bu dişi figür tanrıdan uzaklaşmayı ve dolayısıyla düşüş olayını başlatandır. Burada gnostiklerin tanrıdan uzaklaşma, ilahi aleme ilgisizlik ve kötülükle irtibat kurma gibi olumsuz tavır ve davranışları ve bunlar neticesinde gerçekleşen düşüşü dişi bir figüre (dolayısıyla kadına) bağlamaları, gnostisizmin genelde kadına karşı sergilediği olumsuz yaklaşıma ışık tutar. Yeryüzünün de bir parçası olduğu maddi alemi kötü olarak gören gnostiklerin, kişiyi bu aleme bağlayan ve bu alemde kişinin varlığını devam ettirmesini sağlayan her şeye karşı olumsuz bir tutum sergilemeleri onların en dikkat çekici özelliklerinden birisidir.[22] Bu açıdan kadın, gnostik akımların birçoğu tarafından hem cinsellik objesi olması hem de doğurganlığı yönünden maddi aleme bağlanmanın ve maddi alemdeki hayatı devam ettirmenin bir aracı olarak görülür ve dolayısıyla ona karşı olumsuz bir tavır takınılır. Bu nedenle -Maniheizmde olduğu gibi- çeşitli gnostik geleneklerde evlenmeye ve cinselliğe karşı bir yaptırım söz konusudur.[23] Yine Sâbiîlikte olduğu gibi, bazı gnostik akımlar ilk kadın olan Havva’nın düşmüş dişi figürün suretinde yaratıldığını kabul ederler.[24] Ayrıca çeşitli gnostik metinlerde Havva, zaman zaman -Eski Ahit’teki geleneğe uygun tarzda- ilk insan olan Adem’i kandıran ve maddi alemin kötü yaratıcısı demiurgla cinsel birleşmeye giren bir figür olarak gösterilir.[25] Son olarak, Arkonların Hakikatı’nda olduğu gibi, bazı gnostik dokümanlar kötülükle özdeşleştirilen kaos ve maddeyi dişi bir figür, bir anne şeklinde kişileştirirler.[26]

Gnostik düşüncedeki bu düşüş modeli, yani bazı ışık ruhları ya da varlıklarının hata ve günahları nedeniyle yüce tanrıdan ve bu alemden uzaklaştırılmaları veya atılmaları tasavvuru, maddi alemdeki varlığı bu düşüşe bağlı olan insanın neden günaha bağımlı olduğu konusunu da bir ölçüde açıklamaktadır. Gnostik düşüncedeki ışık varlığının merak, arzu, ihtiras veya kendini beğenme gibi nedenlerle aşağı alemlere (kaos ve gölge alemine) yönelmek ve yüce tanrıdan uzaklaşmak suretiyle günah olayını başlatması, asli günah motifinin gnostik karşılığı olarak algılanabilir.[27] Bu noktada belki şöyle bir soru sorulabilir: Düşüş mü günahı doğurmuştur, yoksa günah mı düşüşe neden olmuştur? Gnostikler açısından bu soruya vereceğimiz cevap kesinlikle günahın düşüşe neden olduğu şeklinde olacaktır.

Gnostik mitolojide işlenen ikinci düşüş modeli, ruhun (insan ruhunun) madde alemine gönderilmesi ya da atılması düşüncesine dayalıdır. Yukarıda ele aldığımız düşüş modeli temel yapı itibarıyla ışığın (yüce tanrıdan zuhur eden ışık varlığının) karanlıkta yansıması şeklindeyken, ruhun düşüşü modelinde ışık varlıklarının bizzat kendilerinin karanlık alemine indirilmeleri veya atılmaları söz konusudur.

İnsanda tanrısal alemden kaynaklanan ilahi bir cevherin bulunduğu inancı, gnostisizmin insan anlayışının odak noktasını oluşturan bir fikirdir. Gnostiklere göre insan üç unsurdan oluşur: Beden, can (nefs) ve ruh. Bunlardan beden ve can bu aleme, yani süfli madde alemine aittir; zira beden, yüce tanrıdan kaynaklanan, onun tarafından yaratılan bir şey değil, kötü varlık demiurg tarafından karanlık alemine ait olan madde kullanılarak oluşturulan bir unsurdur. Can (veya nefs) ise yeryüzüne bağımlı olan bedenin maddi aleme yönelik hislerini, arzu ve isteklerini ifade etmektedir.[28] Öte yandan insanı oluşturan üçüncü unsur ruh ise ilahi alemden doğum ve ölüm çarkına sahip olan bu süfli aleme düşmüş bir cevherdir. Işık aleminden gönderilen bir başka ilahi varlık tarafından asli tabiatının kendisine öğretilmesi yoluyla uyarılması ve böylelikle nihai kurtuluşun sağlanması, gnostik soteriolojinin temel çerçevesini oluşturmaktadır.

Gnostik düşünceye göre ruh, ait olduğu yüce tanrısal alemin karakteristik özelliklerine sahip olan bir varlıktır. Diğer ilahi varlıklar gibi o da hayat ve ışık prensiplerine sahiptir. Nitekim o, sahip olduğu bu özellikleriyle, bedeni kötü varlıklarca şekillendirilen ilk insan Adem’i hareketsizlikten, durgunluktan ve ölülükten kurtaran unsur olmuştur. Gnostik mitolojide, yüce tanrının etrafında yer alan alemlerin (aeonların) tanrıdan tezahür ettikleri düşünüldüğüne göre ışık aleminin bir unsuru olan ruhun da köken itibarıyla yüce tanrıdan zuhur etmiş olduğu söylenebilir.

Bazı gnostik metinlerde ruh, tıpkı düşüş olayının başlatıcısı Sophia gibi dişi bir varlık olarak görülür. Örneğin Nag Hammadi Metinleri’nden Ruh Üzerine Açıklama’da süfli madde alemine düşmesi öncesi onun ışık aleminde yaşayan tertemiz bir bakire olduğu ve çift cinsiyet taşıdığı vurgulanır:

“Eskinin bilge insanları ruha bir dişi ismi verdiler. Gerçekte, tabiatı açısından da o dişidir. Hatta o rahme sahiptir. Baba ile olduğu sürece bakireydi ve çift cinsiyetliydi.”[29]

Maniheist literatürde de ruhun dişi bir figür olduğu belirtilir ve onun ilahi aleme ait ölümsüzlük, bilgelik ve hayat taşıyıcılık özelliklerine sahip olduğu kendi dilinden şöyle ifade edilir:

“Ben ışık gücüydüm, fakat şimdi şeytanların elbisesini giyiyorum. Ben yüce tanrıya ait olan bir kızdım; bugün yeryüzünün figürleri ve cinsleriyle kuşatıldım. Doğuştan hayat taşıyan bilgeydim; asla hayat taşımayan vahşilerce nasıl kuşatıldım? Başlangıcımdan beri ilahi olan ölümsüzdüm...”[30]

Gnostik mitolojiye göre ruh, ışık güçleriyle karanlık güçleri arasındaki aktif mücadele döneminin bir aşamasında yeryüzüne indirilir. Ruhun maddi aleme indiriliş olayı konusunda farklı yaklaşımlara rastlanır. Örneğin Sabii geleneği de dahil bazı gnostik akımlar, madde aleminde bedenin yaratılması sonrası karanlık güçlerinin kötü planlarını boşa çıkarmak amacıyla, ruhun yüce tanrı tarafından ilahi alemden bedene gönderildiğine inanırlar. Buna göre bir diğer düşmüş varlık olan demiurg, kendisindeki hayat unsurlarını kullanarak kaos ve durgunluk halindeki karanlık alemine şekil verir ve böylelikle yeryüzünü ve içindeki maddi varlıkları yaratır. Yeryüzünün ve maddi varlıkların yaratılması karanlık (kötülük) açısından ışığa karşı kazanılan bir zafer olarak algılanır. Daha sonra demiurg ve diğer kötü varlıklar tarafından yeryüzüne hakim olacak bir varlık oluşturulmak istenir ve bu amaçla kötülük aleminin malzemeleri kullanılarak insanın bedeni yaratılır. Ancak yaratılan beden, kötü tabiatı gereği hareketsiz ve durgundur. Onu hareket ettirmek gayesiyle çabalayan demiurg ve diğer kötü güçlerin tüm çabaları başarısızlıkla sonuçlanır. Nihayet yüce tanrı olaya müdahale eder, süfli güçlerin algılamasının dışında, ruhu ilahi alemden yeryüzüne indirir ve beden içine yerleştirir.[31] Nag Hammadi Literatürü’ne ait çeşitli metinlerde de Sâbiîlerin bu tasavvuruna benzer yaklaşımlar söz konusudur. Dünyanın Menşei Üzerine’de, insanın bedenini yaratan demiurg ve diğer kötü güçler onu canlandırmayı başaramazlar ve Adem tam kırk gün yerde hareketsizce kalır. Sonunda ilahi alemden Sophia Zoe (Hikmet Hayat) Adem’in bedenine üflemek suretiyle ona gerekli olan ruhu bedene yerleştirir. Aynı şekilde Arkonların Tabiatı’nda da Adem’in bedenini yaratan ve bedene can (nefs) yerleştiren demiurg ve çocukları, yarattıkları insanı hareket ettiremezler. Yerde günlerce hareketsiz kalan bedene Ademiler ülkesinden (ışık aleminden) ruhun gönderilmesiyle Adem canlanır ve ayağa kalkar.[32]

Diğer taraftan Maniheizm, ilahi güçlerin, iradeleri dışında ilahi alemden kötülük alemine düştüğünü kabul etmez ve süfli alemde bulunan ışık unsurlarının karanlık güçler tarafından ışık alemine karşı yapılan saldırıda tutsak olarak karanlığın eline geçtiğini belirtir. Bu ilk hadiseden sonra yüce tanrı tutsak olan ışık unsurlarını kurtarmak amacıyla karanlık alemine karşı bir dizi operasyon düzenler. Bu karşı ataklar sürekli karanlık güçlerinin aleyhine bir gelişme gösterir. Nihayet, elindeki kozlarını birer birer kaybeden karanlık son bir çabayla çeşitli kötü güçlerce yutulmuş olan ışık unsurlarını dişi ve erkek iki ifritte toplar. Bunların birleşmesinden doğan ilk insanın maddi yönünü oluşturan beden kötülük alemine ruhsal varlığı ise ışık alemine aittir.[33]

Gnostisizme göre süfli madde alemine indirilen ve beden içerisine konulan ruh, bu durumdan hiç de memnun değildir. Zira o, tamamen yabancısı olduğu bu kötülük aleminde temizliğini kaybetmiş, beden ve nefs tarafından çepeçevre kuşatılarak kirletilmiş, kendi alemine ve asli yapısına yabancı olmaya zorlanmıştır. Ruhtan bahseden hemen hemen bütün gnostik dokümanlarda ruhun bu dramatik durumu çarpıcı ifadelerle tasvir edilir. Ruh Üzerine Açıklama’da konuyla ilgili şu ifadeler yer alır:

“O (ruh), bir bedene düştüğünde ve bu (maddi) hayata geldiğinde, o zaman birçok haydutun eline düştü. Ve kötü niyetli yaratıklar onu birinden diğerine sevk ettiler. ... Kısaca onlar, onu kirlettiler ve onun bekaretini (bozdular).”[34]

Aynı şekilde Sâbiî ve Maniheist kutsal metinlerinde de ruhun beden içerisindeki durumu benzer ifadelerle anlatılır:

“Kardeşlerim! Bana, ‘dön, gövdene gir; dön, gövdene (şu anda) olduğun yer olan cesedin bedenine gir’ demeyin. Bedenim, gemileri soyan ve yutan yırtıcı bir denizdir. O, yedi başlı bir habis, bir ejderhadır. Onun yedi başı vardır. Onun ne anlayışı ne de kalbi vardır.”[35]

“Ben burada ölümün günahkarlığına gömüldüm. ... Onlar bana arkonların (kötü yöneticilerin) zehrini içmemi söylediler.”[36]

“Tıpkı bakır içerisindeki gümüş gibi, -tamamen aynı şekilde- ruh, kemik ve et, deri ve kan, nefes ... ve pislik olan cesedin maddi yapısı ve kabalığı içerisinde, (cesedin) nefs bağıyla bağlanmıştır.”[37]

Gnostisizme göre yeryüzüne ve bedene indirilmiş (atılmış) olmaktan memnun olmayan ruh, ağlayıp haykırmakta, yüce tanrıya yalvarmakta ve hapishane hayatı yaşadığı bu kötü alemden kurtarılmayı istemektedir.[38] Ancak, karanlık ve kötülükle yapılan mücadelede ruhun maddi aleme ve bedene indirilmesi ve bir bakıma beden içerisinde zorunlu bir ikamete tabi tutulması kaçınılmazdır. Zira bu, kötülüğün dizginlenmesi ve ona son darbenin vurulması açısından zaruri olan bir durumdur. Bir başka ifadeyle, -Maniheizmde vurgulandığı gibi- ruhun karanlık alemine indirilmesi ve kötü güçlere tutsak olarak verilmesi, kötülüğe vurulacak nihai darbe için önceden planlanmış ilahi bir takdirdir. Maniheist bir metinde bu durumun, vahşi aslanı yakalamak ve sürüsünü ondan kurtarmak için çobanın, ona tuzak kurup kuzulardan birini yem olarak vermesine ve aslanı yakalayıp bertaraf ettikten sonra da yaralı kuzuyu iyileştirmesine benzediği ifade edilir.[39] Aynı şekilde diğer çeşitli metinlerde, durumundan hiç de memnun olmayan ruha hitaben bunun bir kader, ilahi bir takdir olduğu şöyle vurgulanır:

“Ey ruh! Sen bu ülkeye (maddi aleme) düşmanları yakalamak ve onları tutmak için geldin.”[40]

“Ey ruh! Yüksel, ilerle, cesede gir. ... Asi yılan, asi, kanun tanımayan yılan senin tarafından zincire vurulacak. Kötü varlık, olduğu yerde katledilecek. Gücüne kimsenin güç yetiremediği Karanlık Kralı senin tarafından bağlanacak.”[41]

Öte yandan bazı gnostik metinlerde ise beden içerisine konulan (ya da atılan) ruhun, kendisinin karanlık alemine gönderilişiyle ilgili ilahi iradenin farkında olduğu ve görevinin bilinciyle hareket ettiği vurgulanır. Örneğin, Dünyanın Menşei Üzerine’de, ışık gücü Sophia Zoe’nin üflemesiyle beden içerisine konulan ruha, durumdan hiç de memnun olmayan demiurg sorar: “Sen kimsin ve buraya nereden geldin?” Buna o şöyle cevap verir: “Ben, sizin işlerinizin yıkımı için, insanın gücünden (ışık aleminden, Ademîler ülkesinden) geldim.”[42]

Gnostik mitolojide yeryüzüne ve bedene düşüşü anlatılan ruh, bireysel ruhlar için bir prototiptir. Bir başka açıdan, ilk insan Adem’le ilişkili olan ruh, bütün bireysel ruhları sembolize eden evrensel bir ruhtur. Aynı şekilde Adem’in bedeni ise bütün bireysel bedenlerin evrensel bir prototipidir.

Gnostisizmde kötülüğe karşı kurulan planın başarısı, ruhun beden ve nefse karşı vereceği mücadeleye bağlıdır. Düşmüş varlık olan ruhun mücadeleyi kazanarak, yeryüzü ve beden hapishanesinden kurtulup kendi anavatanına, ilahi ışık alemine tekrar yükselebilmesi için gerekli şartları yerine getirmesi zorunludur. Ruhun uyması gereken bu şartlar konusunda gnostik gelenekler arasında çeşitli farklılıklar mevcut olmakla birlikte, aşağıda sıralayacağımız hususlar hemen hemen bütün gnostik ekollerce kabul edilir.

i. Ruhun kendisini bilmesi, ait olduğu asıl alemin ve şu an içinde bulunduğu hapishanenin farkında olması.

ii. İlahi aleme yönelmesi, kurtuluş için yalvarıp yakarması, bir çağrıda bulunması.

iii. Doğru inanca sahip olmak ve ritüelleri yerine getirmek suretiyle kurtuluş için gerekli olan altyapıyı hazırlama.

iv. Işık aleminden davetle gelen ilahi elçinin ve onun sözcülerinin davetine olumlu cevap verme ve onlar tarafından ışık aleminden getirilen gnosisi (hikmet veya marifeti) kavrama.[43]

Gnostik mitolojide yer alan üçüncü tür düşüş modeli, çeşitli devirlerde çeşitli amaçlarla karanlık alemine gönderilen ilahi elçilerle ilişkilidir. Başta çeşitli Ortadoğu dinleri olmak üzere birçok dinsel gelenekte tanrılar veya kahramanlar gibi çeşitli üstün güçlerin, ölüler ülkesi ve ıstırap ve çile mekanı olarak nitelenen karanlık yeraltı alemine yaptıkları seyahatlerden bahsedilir. Eski Mezopotamya dinindeki İştar-Dumuzi ve Şintoizmdeki İzanagi-İzanami kültleri bununla ilgili çarpıcı örneklerdir. Karanlık yeraltı veya ölüler alemine inişle ilgili bu motiflerde, ölen ve karanlık alemine giden (ya da götürülen) eşini arayıp bulmak ve onu oradan kurtarmak için ölüler alemine inen ve orada kötü güçlerle savaşıp mücadele eden tanrısal güçler ve kahramanlar aktif rol oynarlar. Aynı şekilde birçok gnostik mitolojide de bazı ışık ruhları veya elçilerin yüce tanrı tarafından, (1) karanlık alemine keşif ziyaretinde bulunmak, (2) karanlık güçlerinin saldırılarını bertaraf etmek ve (3) düşmüş varlığın ya da ruhun yardımına koşmak, onu uyarmak ve kurtuluş yoluna sokmak amacıyla süfli aleme gönderilmeleri tasavvuru işlenir. Bu şekilde özel bir görevle karanlık alemine gönderilen bu ışık varlıklarının durumu da bir çeşit karanlığa düşüş veya atılış olarak değerlendirilebilir.

Işık tanrısıyla birlikte karanlık tanrısının da ezeli varlığını kabul eden Sâbiî inancına göre maddi alemin ve insanın yaratılması öncesi dönemde yüce ışık tanrısı, ışık elçisi Manda d Hiia’yı özel bir görevle karanlık alemine gönderir. Karanlığın süfli tabiatının farkında olan yüce tanrı, bununla karanlık tanrısının ışık alemine karşı kurduğu kötü planları öğrenmek ve bunu önlemek istemektedir. Mitolojiye göre, Manda d Hiia yanına bir takım gizli silahlarını da alarak karanlık alemine iner ve bu alemde kötü güçlere karşı mücadele eder. Zaman zaman Sâbiîlikteki bir başka ışık varlığı olan Hibil Ziva’yla da özdeşleştirilen Manda d Hiia, yanındaki kutsal gizli silahları ve daha da önemlisi sahip olduğu gizli bilgi (kuşta, manda veya gnosis) sayesinde her seferinde kötü güçleri alt eder. Bu arada zaman zaman kötülük aleminde kirlenip çile de çeker. Ginza’da uzun uzadıya anlatılan bu mücadele sonunda o, kötülük aleminin lideri olan büyük canavar Ur’u (karanlık tanrısını) yener, yakalar ve zincire vurur. Daha sonra o yanındaki silahları ve sahip olduğu kutsal bilgi sayesinde görevini tamamlamış olarak kötülük aleminden ayrılır ve tekrar ışık alemine yükselir.[44]

Maniheizmde ve Quqi mitolojisinde ise mütecaviz karanlık güçlerinin saldırılarını bertaraf etmek amacıyla çeşitli ışık varlıklarının karanlık alemine inişleri söz konusudur. Maniheizmde ışık alemi sınırlarına gelen karanlık güçlerinin ışık alemine karşı başlattıkları saldırıları geri püskürtmek amacıyla yüce tanrıdan bir dizi ışık varlığı tezahür eder. Ondan ilk neşet eden ilahi varlık hikmettir (Sophia); hikmetten ise Hayatın Anası zuhur eder. Nihayet Hayatın Anasından ilahi ilk insan olan Urmensch ya da Ohrmazd tezahür eder. Urmensch karanlığa karşı yapılacak aktif mücadelede süfli aleme gönderilecek olan ilk ilahi varlıktır.[45] Urmensch yanına ateş, rüzgar, su, ışık ve havadan oluşan beş silahını da alarak karanlık alemine iner. Bu ilk sıcak çarpışma karanlığın lehine sonuçlanır ve Urmensch silahlarıyla birlikte esir alınır. Bundan sonra gelişen tüm olaylar Urmensch ve beş silahının karanlığın elinden kurtarılması amacına yöneliktir.[46] Theodor bar Konai tarafından anlatılan Quqi mitolojisine göre ise İyilik güçleri kötülük güçleriyle (kötülüğün sembolü olan dikit şeklindeki suretle) birçok savaş yaparlar. Öncelikle yüce tanrıdan tezahür eden Hayatın Anası, kötülüğe karşı savaşmak üzere yanındaki yedi bakireden oluşan ışık güçleriyle birlikte karanlık alemine iner. Karanlığın sembolü olan dikite her yaklaşmasında dikit Hayatın Anasına doğru yükselir ve üfler. Bu üfleme sonucu onun nefesi Hayatın Anasının rahmine tesir eder ve böylelikle o yedi gün süresince kirlenmiş olarak kalır. Kirlerden temizlenmek amacıyla Hayatın Anası her gün yanındaki bakirelerden birini karanlığın büyük çukuruna atar. Nihayet sonunda ışık ruhları olan yedi bakire karanlık tarafından yutulmuş olur. Maniheizmde olduğu gibi Quqi mitolojisinde de bundan sonraki olaylar karanlık güçlerince esir alınan yedi bakirenin ışık güçlerince kurtarılması gayesini taşır.[47]

Düşmüş varlığın veya ışık ruhunun yardımına koşmak ve ona ilahi mesajı ileterek onun kurtuluş yoluna girmesini sağlamak amacıyla çeşitli ışık varlıklarının karanlık alemine gönderilmeleri düşüncesi eksiksiz bütün gnostik geleneklerde mevcut olan önemli bir husustur. Sâbiî düşüncesine göre yüce ışık tanrısı tarafından, Adem’in bedenine atılan ruhu eğitmek ve ona ilahi bilgiyi öğretmek üzere, “yüce varlığın bu dünyaya gönderdiği ışık elçisi”, “kendisinde sahtelik bulunmayan doğru kişi”, “yüce hayatın hazinesi”, “ışık dünyalarının aydınlatıcısı”, “ruhların çobanı” ve “Nasuraların kralı” gibi isimlerle isimlendirilen ışık elçisi Manda d Hiia (hayatın bilgisi) karanlık alemine gönderilir.[48] Yanında karanlığa karşı kullanabileceği kutsal silahlar da taşıyan ışık elçisi, Adem’in süfli bedenine atılan ruhu, ona kim olduğunu ve şu an içinde bulunduğu alemin neresi olduğu konusunda bilgi vermekle eğitir, kurtuluş için gerekli olan doğru inanç (kuşta) ve ritüelleri öğretir ve nihayet sonunda kurtuluşun en önemli aracı olan kutsal bilgiyi (manda) ona verir. Manda d Hiia’nın ilk insan Adem’i (Adem’in ışık unsuru olan ruhsal varlığını) kurtarması bütün bireysel ruhlar için bir prototiptir. Sâbiî kutsal literatürü arasında yer alan Draşia d Yahya’da yer alan bir ifadede ışık elçisi kendi dilinden şöyle anlatılır:

“Tarafımdan eğitilen ve aydınlatılan herkes

ışık ülkesine bakar ve oraya yükselir.

Tarafımdan eğitilmeyen ve aydınlatılmayan herkes ise

ışıktan kesilir ve büyük Suf Denizine (cehenneme) düşer.”[49]

Öte yandan Sâbiî inancına göre diğer birçok ışık ruhu, çeşitli dönemlerde yeryüzü ve beden içinde tutsak olan ruhları eğitmek, korumak ve onlara yol göstermek üzere karanlık alemine inmişlerdir. Örneğin, mitolojik figürler Hibil, Şitil ve Anuş çeşitli dünya devirlerinde gnostikleri koruyup gözetmek üzere karanlık alemine gönderilmişlerdir.[50] Yine Sâbiîlerce “doğruluğun peygamberi” ve “yüce elçi” gibi isimlerle isimlendirilen Yahya’nın (Yahya Yuhana) inananları eğitmek ve gözetmek için ilahi alemden yeryüzüne gönderildiği kabul edilir.[51]

Kilise babası Irenaeus’un verdiği bilgilere göre Valentinian ekolüne mensup gnostikler, ihtiras ve günahı nedeniyle düşüş olayını yaşayan Sophia’nın daha sonra yaptığından pişman olduğuna ve ışık aleminden gelen ilahi elçi tarafından uyarıldığına inanırlar.[52]

Nag Hammadi Literatürü içerisinde yer alan gnostik dokümanlarda da düşmüş ışık varlıklarının kurtuluş çağrılarına cevaben çeşitli ışık elçilerinin ilahi alemden maddi aleme indirilmeleri düşüncesi işlenir. Arkonların Tabiatı’nda, maddi alemde arkonların (karanlık yöneticilerinin) tacizleriyle yüzyüze kalan ışık ruhu Norea’nın imdadına ışık aleminden gönderilen yüce elçi Eleleth yetişir. Eleleth, ona gerçek durumunu öğretir ve sonraki devirlerde gnostiklerin yeryüzündeki durumuna ilişkin bilgiler verir.[53] Yine bu metne göre dişi ilahi varlık Zoe’nin sesinden tezahür eden yüce melek vasıtasıyla düşmüş ruh Sabaoth, hakikatı kavrar, maddeyi ve demiurgu reddederek tövbe eder ve ışık alemine yönelir.[54] Ruh Üzerine Açıklama’da maddi alemde karanlık güçleri tarafından kirletilen ruh (ki bu dişi bir varlık olarak düşünülür) kurtuluş için yüce tanrıya yakarıp ışık alemine yöneldiğinde ışık tanrısı ona bir eş (ışık aleminden bir güvey) gönderir.[55] Adem’in Vahyi’nde Adem’e hakikat bilgisini ve ileri devirlerde gnostiklerin (Setianların) durumunu bildirmek üzere üç ilahi elçi gelir.[56] Son olarak Mısırlılar İncili’nde ise ışık ruhlarını, gnostikleri koruyup gözetmek üzere Şit’in kurtarıcı olarak gönderildiği vurgulanır.[57] Bundan başka İsa, Zostrianos (Zerdüşt), Derdekeas ve semavi Havva gibi figürler de çeşitli Nag Hammadi metinlerinde karanlık alemindeki tutsak ruhlara kurtuluş yolunu öğretmek üzere gönderilen ilahi güçler olarak zikredilirler.[58]

Maniheizme göre ise karanlıkla yaptığı savaşta tutsak düşen ilk insanı (Urmensch) kurtarmak üzere yüce tanrının bir diğer tezahürü olan Hayat Ruhu karanlık alemine gönderilir. Bir davetle (kutsal bilgi) kendisine gelen Hayat Ruhu’na, Urmensch olumlu karşılık verir ve böylelikle kurtulur.[59] Öte yandan ışık tanrısı, karanlık aleminde tutsak olarak kalan diğer ışık ruhlarını da kurtarmak üzere bir dizi operasyon yapar. Hayat Ruhu’ndan başka Üçüncü Elçi ve Muhteşem İsa da bu kurtarma operasyonunda sırayla süfli aleme gönderilirler. Hayat Ruhu ve Üçüncü Elçi, -ileride göreceğimiz gibi- kozmosun yaratılması işini de üstlenirler; Muhteşem İsa ise yaratılan insan Adem’i uyarmak ve eğitmek üzere gelir. Ayrıca, bireysel olarak kurtarılacak ruhları uyarmak üzere ışık-zihni (Manuhmed) görevlendirilir. Son olarak Maniheizm, Buddha, Zerdüşt, İsa ve Mani’nin kendisi gibi birçok tarihsel şahsiyetin de tutsak ruhları aydınlatmakla görevli olan ilahi elçiler olduğunu vurgular.[60]

Düşüş motifi konusunda Maniheizme paralel bir düşünceye sahip olan Quqi geleneğinde ise, karanlık alemine düşerek (atılarak) orada tutsak edilen yedi ışık varlığını (bakireyi) kurtarmak için yedi ilahi elçi görevlendirilir. Yukarıda söz ettiğimiz Ruh Üzerine Açıklama’da olduğu gibi, Quqi mitolojisinde de bu ilahi elçiler, süfli maddi alemin çeşitli şehirlerinde (Harran, Hatra ve Mabbug gibi) tutsak olan bakirelerin nişanlıları olarak görülürler. İsa’nın bu yedi ışık elçisinden birisi olduğuna ve inişinde kendi nişanlısını kurtardığına inanılır.[61]

Nag Hammadi Metinlerinden Dünyanın Menşei Üzerine’de, kendisinin yegane tanrı olduğunu ilan eden ve kendisinden başka bir güç varsa ortaya çıkıp kendisini ifşa etmesi konusunda yüce tanrıya adeta meydan okuyan demiurg Yaldabaoth’un bu davranışına mukabil, ışık aleminden bir nur içinde Işık-Adem maddi aleme gönderilir. Işık-Adem, yeryüzünde iki gün kalır ve sonradan tekrar ışık alemine yükselir. Ancak inmiş olduğu süfli alemde kirlenmiş olduğundan ışık alemine dönemez. Bunun üzerine o, Ogdoad’la (ışık alemiyle) kaos alemi arasında kendisine bir dünya kurarak buraya yerleşir.[62]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder