21 Aralık 2008 Pazar

Kilisenin inklusivist açılımı ve II. Vatikan

Yukarıda vurguladığımız gibi erken dönemlerden itibaren Hıristiyanlığın diğer dinlere yaklaşımı ekslusivist bir çizgide olmuştur. Yeni Ahit'te yer alan ve doğruya, hakikate ve kurtuluşa ulaşmada Hıristiyan bakış açısını tanıma ve kabullenmenin merkeziliğini vurgulayan çeşitli ifadelerden hareketle Hıristiyanlar, Hıristiyanlık dışında bir kurtuluş olmadığını ya da diğer tüm dinlerin yanlışlığını düşünmüşlerdir. Nitekim bu yaklaşım hem Origen, Cyprian ve Augustine gibi erken dönem Hıristiyan yazarların eserlerinde hem de çeşitli konsillerde alınan kararlarda dile getirilmiştir. Örneğin Cyprian (ö. 258) mektuplarında kiliseye bağlı olanların dışındakiler için kurtuluş olamayacağını, zira kilise dışında kurtuluşun bulunmadığını ısrarla vurgular (Cyprian, The Epistles, lxi, 4, lxxii, 21). 1442 Florence Konsilinde ise bu durum şöyle ifade edilir:

Kutsal Roma Kilisesi ... inanır, ifade eder ve belirtir ki Katolik Kilise dışında olan hiç kimse, ne putperest, ne Yahudi, ne inanmayan ne de kiliseden ayrılan bir kişi ebedi hayata katılacaktır; bunlar şayet ölmeden önce kiliseye katılmazlarsa, şeytan ve melekleri (yardımcıları) için hazırlanan ebedi ateşte yok olacaklardır (akt. Küng, 1987a: 196).

Katolik kilisesinin, kurtuluşu yalnızca Katolisizme bağlayan ve Katolik kilisesi mensubu olmayanların helak olmaya mahkum olduklarını vurgulayan bu ekslusivist yaklaşımının benzeri, Luther gibi reformistlerce Protestanlık bağlamında ifade edilmiştir. Örneğin Luther, Hıristiyan kilisesi dışında ne bağışlanma ne de kutsallık olduğunu vurgulamakta ve ister Türk (Müslüman), Yahudi ya da putperest isterse sahte Hıristiyan (Katolik) veya ikiyüzlü olsunlar Hıristiyan kilisesi dışında olanların hepsinin, bir ve gerçek Tanrıya inanıp tapınsalar bile, Tanrının onlara karşı tavrını bilemeyeceklerini ve Tanrının sevgisi ve kutsaması konusunda emin olamayacaklarını belirtmektedir. Luther'e göre Hıristiyan kilisesi dışındaki bu kişiler ebedi gazap ve lanet içinde kalacak olanlardır (Tappert, 1959: 418-419).

Hıristiyanlık, hatta özelde belirli bir Hıristiyan kilisesi dışında olanları kurtuluştan uzak sayan bu ekslusivist yaklaşım, yakın zamanlara kadar Hıristiyan geleneğinin neredeyse genel kabul gören bir tavrı olarak varlığını sürdürdü. Ancak yakın zamanlarda, özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bu yaygın ekslusivist çizgi sorgulanmaya ve Hıristiyanlık dışında da kurtuluşun mümkün olduğu yönünde tartışmalar yapılmaya başlandı. Bu çerçevede II. Vatikan Konsili öncesi ekslusivist yaklaşıma karşı çıkan Rahner gibi ilahiyatçılar, bir yandan kurtuluşu Hıristiyanlığın Mesih merkezli öğretisi doğrultusunda tanımlayıp Hıristiyanlığın hakikat ve kurtuluşun tam ve mükemmel yolu olduğunu işlerken, diğer yandan Hıristiyanlık dışı dinsel geleneklere bağlananların da Tanrının rahmetine nail olabileceklerini ve dolayısıyla kurtuluş yoluna girebileceklerini savunarak, ekslusivizmin tekelci ve dışlamacı tavrına karşılık kurtuluşta daha kapsayıcı bir yaklaşım olan inklusivist bakış açısını temsil ettiler. II. Vatikan Konsili sonrası ise bu iki teoriye bir üçüncüsü, yani hakikat ve kurtuluşun ifadesi açısından daha evrensel/global bir yaklaşımı benimseyen ve tam/mükemmel ya da biri diğerinden üstün hakikat yolu söylemine karşı çıkarak her dinsel geleneğin, bağlısını şu ya da bu şekilde hakikate ve kurtuluşa ulaştırabileceğini savunan pluralist yaklaşım eklendi.

Çeşitli araştırıcılar, Hıristiyan geleneğindeki inklusivist yaklaşımın çok öncelere, Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarına kadar gittiğini düşünürler. Örneğin A. Race (1983: 40-42), Hıristiyanlık tarihinde ilk kez Resullerin İşleri yazarı Luka tarafından inklusivist yaklaşımın altının çizildiği düşüncesindedir. Resullerin İşlerinde yer alan Kornelyus kıssası ile Pavlus'un Listra'da ve Atina'da yaptığı konuşmalar, yukarıda da değindiğimiz gibi Hıristiyan inklusivizmine kutsal kitaptan delil bağlamında kullanılmaktadır. Race'a göre ekslusivist yaklaşıma Resullerin İşlerine nazaran Pavlus'un mektuplarında daha yaygın şekilde rastlanmaktadır.

Luka'dan başka Justin Martyr ve İskenderiyeli Clement gibi erken dönem Hıristiyan yazarların eserlerinde de zaman zaman inklusivizmi çağrıştıran yaklaşımlara rastlanılır. Örneğin Justin, Birinci Apology'sinde şöyle der:

Bize Mesih'in Tanrının ilk-doğanı olduğu öğretildi. Biz, Mesih'in tüm insanlığın kendisinde yer aldığı Kelam olduğunu ve Yunanlılar arasındaki Sokrat, Heraklit ve benzeri kimseler ve Barbarlar arasındaki İbrahim, Ananias, Azarias, Misael, Elias ve daha birçokları gibi, sağduyuyla (aklın ışığında) yaşayanlar, -onların Tanrı tanımaz oldukları düşünülse bile- Hıristiyandırlar (Justin Martyr, The First Apology, xlvi).

İskenderiyeli Clement ise, felsefenin Tanrı tarafından verilen bilgi olduğunu açıklarken, "Tanrının merhametinin bir başlangıcı olmadığını ve bunun belirli yerlerle ya da kişilerle sınırlı olmadığını" vurgular (Clement of Alexandria, The Stromata or Miscellanies, Book VI, viii).

İlerleyen dönemde de Hıristiyanlık dışı dinsel geleneklerdeki düşünce ve davranışlara ilişkin farklı gerekçelerden kaynaklanan benzeri yaklaşımlara zaman zaman rastlanıldı. Örneğin Papa I. Leo 449'da, batıl görüşlerin taraftarlarınca bile itham edildiği zaman geldiğinde Hıristiyan imanının daha sağlam temellere dayalı olarak savunulacağını deklere etti (Hick, 1995: 79-80).

Yukarıda kısaca değindiğimiz, Aydınlanma döneminin akılcılık çerçevesinde sorgulayıcı-şüpheci yaklaşımının etkisiyle, Hıristiyanlığın kurtuluşu yalnızca kendisinde gören yaklaşımı ilahi adalet ve eşitlik kavramları bağlamında tartışılmaya başlandı. Böylelikle 19. yüzyıl başlarında F. Schleiermacher, yenilikçi teolojik metodu doğrultusunda Hıristiyanlığı, "yaygın doğruların tamamlanması" olarak değerlendirdi. Ona göre, her dinsel gelenekte kurtuluş açısından şu ya da bu şeklide Tanrı veya tanrısal hakikat vardır; ancak İsa Mesih İncili (müjdesi/öğretisi) bu evrensel dinsel uyanışın mükemmel ve en üst düzeydeki ifşasıdır (bkn. Okholm/Phillips, 1995: 8.).

Kurtuluş açısından Hıristiyanlık dışı dinlerin ve bunların bağlılarının konumu hususunda kilise bünyesinde geleneksel dışlayıcı yaklaşımları sorgulamaya ve Hıristiyanlık ve kilise dışında hakikat ve kurtuluş olmadığı inancına yönelik köklü değişikliklere özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında rastlanılmaktadır. Örneğin, II. Vatikan Konsili'nin hemen öncesi dönemde, 1952'de Papalık, kilise babalarının görüşleri ve Florence Konsili kararları doğrultusunda kilise dışındaki kişilerin kurtulamayacağı görüşünü beyan eden Harvard Üniversitesi bünyesindeki öğrenci-din görevlisini (chaplain) kiliseden uzaklaştırma (excommunication) cezasına çarptırdı (Küng, 1987b: 234). Diğer taraftan bu dönemde geleneksel dışlamacı tavrı inklusivist çerçevede eleştirerek, "Anonim Hıristiyan" tanımlamasıyla diğer din bağlılarının da kurtuluş açısından belirli bir olumlu yere sahip olabileceklerini savunan Katolik ilahiyatçı Karl Rahner'in özel bir yeri vardır. Rahner'in inklusivizminin karakteristik özellikleri üzerinde birazdan ayrıca duracağız.

1962-1965 yıllarına rastlayan ve Hıristiyanlık tarihinin en geniş katılımlı konsili olarak görülen II. Vatikan Konsili, genelde Hıristiyanlığın özelde ise Katolik kilisesinin diğer dinsel gelenekler ve bunların bağlılarına yönelik değerlendirmelerinde gerçekten de devrim denebilecek bir takım açılımlar sağladı. Katolik kilisesinin Hıristiyanlık dışı dinlere ve bağlılarına ilişkin kapsayıcı yaklaşımı bu konsilde alınan çeşitli kararlarda dile getirildi. Örneğin bu bağlamda 1964'te ilan edilen Kilisenin Dogmatik Yasasında (Lumen Gentium), kilise dışında olan diğer insanlarla ilgili olarak şunlar ifade edildi:

Gerçekten hiçbir kusurları olmaksızın Mesih'in İncilini ve onun kilisesini tanımamış olan, fakat samimi bir kalple Tanrıyı arayan ve tanrısal inayetin etkisi altında onun, vicdanlarının emirleriyle tanıdıkları, iradesini yerine getirecek şekilde hareket etmeye çalışan kimseler de ebedi kurtuluşa kavuşabilirler. Tanrı, kendi kusurları olmaksızın, henüz açık bir Tanrı bilgisine erişememiş olup, doğru bir hayat sürmeye çalışanlardan -ki bunu Tanrının lütfu olmaksızın yapamazlar- kurtuluş için gerekli yardımları esirgemez. Gerçekten bu kimselerin içinde iyi ve doğru ne varsa, Kilise bunları İncile bir hazırlık olarak ve her insanı sonunda yaşama kavuşsun diye aydınlatan tarafından bağışlanmış bir armağan olarak saymaktadır (akt. Demirel, 1997: 810).

Açıkça anlaşılacağı gibi, bu belgede şu üç husus vurgulanmaktadır: (i) Kilise dışında olduğu halde iyi davranışlar sergileyen kimseler de kurtulabilirler. (ii) Bu kimselerin iyi davranışları tanrısal inayetin/rahmetin etkisi nedeniyledir. (iii) Kilise bu kimseleri ve onların iyi davranışlarını Hıristiyanlığa bir hazırlık olarak değerlendirmektedir. Aynı belgede, Tanrının kurtuluş planının yaratıcıyı kabul eden herkesi, özellikle de İbrahim'in inancını ifade eden ve bağışlayıcı ve yargılayıcı Tanrıya tapınan Müslümanları da kapsadığı ayrıca vurgulanır.

Konsilin 1965'te yayınladığı Hıristiyanlık Dışı Dinlerle İlişkiler Bildirgesinde de Katolik Kilisesinin diğer dinlerde mevcut olan doğru ve kutsal hiçbir şeyi reddetmediği vurgulanır ve kilisenin kendi öğretilerinden farklı şekillerde olsa da böylesi davranışların "bütün insanları aydınlatan hakikatin ışığını" yansıttıkları belirtilir (Nostra Aetate, 2). Ayrıca aynı dokümanda Yeni Ahit doğrultusunda Mesih'in "yol, gerçek ve yaşam" olduğu ve insanlığın dinsel yaşamın mükemmelliğini onda bulduğu ifade edilir. Bundan başka yine 1965'te yayınlanan Kilisenin Misyonerlik Faaliyeti Kararında, kilisenin görevinin Mesih tarafından getirilmiş olan imanı ve kurtuluş öğretisini yaymak olduğu belirtilerek, Mesih tarafından aydınlatılmaya ihtiyaç duymalarına rağmen insanların dinsel çabalarının kişiyi gerçek Tanrıya götürebileceği ve İncil için bir hazırlık oluşturabileceği vurgulanır (Ad Gentes Divinitus, 2).

Konsil sonrası dönemde kilisenin başta Yahudilik ve İslam olmak üzere diğer dinsel geleneklere yönelik tavırlarında iki temel yaklaşım ön plana çıktı. Bunlardan birincisi dinlerarası diyalogun olmazsa olmaz gereksinimi, ikincisi ise öteki dinsel geleneklerin de Tanrının kurtuluş planında bir yerinin olduğu/olabileceği kanaatidir. Dinlerarası ilişkiler bağlamında bu iki hususa bir üçüncüsünü, insanlar arsı ilişkilerde Hıristiyan misyonunun yayılmasını temel alma ve iletişimde bulunulan herkesi misyon faaliyetlerinin potansiyel konusu olarak kabul etmeye yönelik kilisenin geleneksel tavrını da eklemek yararlı olacaktır. Nitekim, gerek misyonerliğe ilişkin II. Vatikan Konsili belgelerinde (Ad Gentes Divinitus) gerekse kilisenin konsil sonrası çeşitli yayın ve belgelerinde kilise dışı insanlarla ilişkilerde misyonun temel olduğu ve diğer dinlerdeki iyi ve olumlu tezahürlerin kişiyi İncile hazırlayan olgular olarak değerlendirilmesi gerektiği ifade edilmektedir.

Diğer inanç sistemlerine yönelik inklusivist yaklaşım, Katolik kilisesinin kateşizmini ifade eden kilise belgesinde resmi bir kanaat olarak şöyle ifade edildi:

Kilise öteki bütün dinlerin, bilinmeyen ama yaşamı, nefesi ve her şeyi vermesinden beri herkese yakın olan ve herkesin kurtulmasını isteyen Tanrı'nın hâlâ örtülü ve imgeli arayışı içinde olduklarını kabul etmektedir. Böylelikle kilise, dinlerde bulunabilecek iyi ve gerçek her şeyi bir İncil hazırlığı ve sonunda yaşama sahip olsun diye her insanı aydınlatan kişinin (Tanrının) bir ihsanı olarak görmektedir (Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, 843).

Diğer dinsel geleneklere yönelik bu kapsayıcı tutumuna rağmen, Katolik kilisesinin çeşitli resmi dokümanlarında, ekslusivist yaklaşımın ifadesi olan "kilise dışında kurtuluş yoktur" dogmasını hâlâ vurgulaması ise ilginçtir. II. Vatikan Konsili kararlarıyla geleneksel "kilise dışında kurtuluş yoktur" aksiyomunun resmen olmasa bile temel yaklaşım olarak terk edildiğini düşünen J. Hick'i eleştiren G. D'Costa (1990: 142), kilisenin öteki dinsel geleneklere bakış açısında her şeyden önce Kristosentrik ve eklesiolojik bir başlangıç noktasının bulunduğunu, ancak bununla birlikte rahmetin kilise dışında da mevcut olabileceğini, dolayısıyla Hıristiyanlık dışı dinlerin de çeşitli derecelerde rahmet unsurları/yolları içerebileceklerini ve taraftarlarını kurtuluşa iletebileceklerini belirtir. Nitekim kilise, yayınladığı kateşizm belgesinde bu dogmayı II. Vatikan Konsili kararları çerçevesinde, bütün kurtuluşun kilise aracılığıyla Mesih'ten kaynaklandığı, zira Mesih'in baş, kilisenin ise onun gövdesi olduğu şeklinde yorumlamaktadır. Ayrıca bu belgede söz konusu dogmanın "kendi hataları olmaksızın Mesih'i ve Kilisesini tanımayanları ilgilendirmediği" de vurgulanmaktadır (Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, 846-848).

Katolik kilisesinin resmi yaklaşımında beliren şu iki noktanın özellikle altını çizmek gerekir. Öncelikle kilise, ekslusivist bağlamdaki geleneksel extra ecclesiam nulla salus dogmasını inklusivist bir yoruma tabi tutmakta ve bunu, kurtuluşun merkezinin Mesih ve Mesih Kilisesi olduğu ancak bundan haberdar olmayan kimselerin de kendi dinsel gelenekleri içerisinde ilahi rahmetle yüz yüze kalabilecekleri şeklinde açıklamaktadır. İkinci önemli husus ise, Hick'in de belirttiği gibi (Hick, 1973: 126), bu yaklaşımlarıyla kilise, öteki dinlerdeki inançlı kişilerin er geç Hıristiyan inancına geleceği yönünde güçlü bir kanaat taşımakta, dolayısıyla diğer dinsel geleneklerdeki doğru ve kutsal şeyleri, kişileri Hıristiyan misyonuna hazırlayan unsurlar olarak görmektedir.

Konsil sonrası dönemde, hakikat ve kurtuluş açısından ötekinin/ötekilerin durumuna ilişkin inklusivist yorum, Katolik teologlar arasında genel bir kabul gördü. Ayrıca, Katolikler kadar yaygın olmasa da Protestan ve Ortodoks çevrelerde de birçok ilahiyatçı, inklusivist teori doğrultusunda bir yaklaşım tercih ettiler. Bazıları açısından inklusivizm, ekslusivizmden pluralizme uzanan yolda bir köprü görevini üstlendi. P. Knitter'in ifade ettiği gibi (Knitter, 1987: 229), E. Troeltsch, R. Panikkar ve T. Driver gibi birçok düşünür inklusivist Kristosentrizmden pluralist Teosentrizme geçtiler. Ancak, inklusivizmden pluralizme geçen bu düşünürlerin aksine hâlâ Kristosentrik inklusivizmi tercih eden Hıristiyan teologların sayısı azımsanmayacak kadar çoktur. Hatta Roma Katolik ilahiyatçıları arasında inklusivist bakış açısının genelde egemen olduğu söylenebilir (O'Leary, 1996: 19; Hick, 1998a: 537). Bu arada, yine P. Knitter'in ifadesiyle (1987: 225), inklusivizmle pluralizm arasında iki arada bir derede kalan birçok kararsız da vardır.

Evangelikler arasında inklusivist yaklaşımın en hararetli avunuculuğunu görüşlerine az sonra değineceğimiz C.H. Pinnock yaptı. Ancak Pinnock'un dışında diğer çeşitli evangelik ilahiyatçılar da -diğer dinsel geleneklere yönelik yaklaşımlarını misyon ağırlıklı olarak yorumlamakla birlikte- bu yaklaşımı benimsediler. Nitekim, 1987'deki evangeliklerin Stuttgart Bildirgesinde, evangeliklerin diğer dinlere yönelik yaklaşımı açısından şu noktaların altı çizildi: (i) Tanrının ilmi/bilgisi her şeyde mümkündür, (ii) insanlara misyon götürülmeden önce, o insanlar arasında Kutsal Ruh faaliyettedir ve (iii) Hıristiyan olmayanlarla diyaloğa girerken bunlar göz önünde bulundurulmalıdır (Sugden, 1990: 161-162).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder